23 Nisan 2012 Pazartesi

Galiptir Bu Yolda Mağlup


‘‘Yine söylüyorum kazanacaksınız. Kazanmak için uğraşacaksınız. Ama netice ne olursa olsun, siz benim gönlümde hep kazandınız, hep şampiyonsunuz. Ve de öyle kalacaksınız. Allah yardımcınız olsun...’’
   İşte Arsenal maçından önce Fatih Hoca’nın takımına yaptığı bu son konuşmaydı belki de herşeyi apaçık anlatan. O gün gerçekten de Allah’da yardımcımız olmuş ve kazanan, bir tarihi yeniden yazan biz olmuştuk.  Keşke bugünde öyle olsaydı …
  Ne yazsam, nasıl anlatsam bugunkü tabloyu inanın bilemiyorum. Hepimizin içi kan ağlıyor, yüreği cız ediyor şu an. ‘’Neden böyle oldu be?’’ diye soruyoruz kendimize, birbirimize. Sanırım futbolu güzel kılan da bu zaten. O topun 3 direğin arasından geçip geçmemesi belirliyor herşeyi. Oynanan futbola,  topa daha çok sahip olana ya da sayısız pozisyonu değerlendiremeyene kimseler bakmıyor malesef. Sadece skora endeksli konuşuyor ülkemizin büyük kısmını oluşturan futbol şuğursuzları…
  Ancak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Galatasaraylı olduğum için, daha 4 yaşında Ali Sami Yen’e merhaba dediğim için, bu takımın iyi gününde mutlu olup, kötü gününde yeri gelip hüngür hüngür ağladığım için kendimle bir kez daha gurur duydum bu akşam. Ömrümün geri kalan kısmında da tereddütsüz o gururu duymaya devam edeceğim.
  Bu sezon Fenerbahçe’yle oynadığımız 3 karşılaşmanın 3’ünde de üzerindeki ya da yüreğindeki renkleri bir kenara bırakıp sadece vicdanıyla ve tarafsız gözlerle yorumlayabilenler sahada tek bir forma gördüler; sarı-kırmızı. Normal şartlar altında  böyle bir tablo varken ortada şu 3 maçtan 9 puan almamız gerekirdi. Ancak fubolun adaletsizliğinin biraz da şans ve kader faktörleriyle birleşmesi sonucu anca 4 puanda alabildik Fener’den…
  Pırıl pırıl bir İstanbul gününde, mükemmel bir kareografi şovuyla başladığımız derbi heyecanında, artık bir klasik haline geldiği üzere, yine Fenerbahçe kalemize geldiği ilk pozisyonda golü buldu. Zaten ilk yarıdaki maçı 3-1 kazanmamızın altında yatan temel gerçek, Fenerbahçe’nin biz 2-0’ı bulana kadar kalemize gelememiş oluşuydu. Emin olun, o günde ilk atağı onlar yapmış olsalar biz o maçı da kazanamazdık...
   1-0’dan sonra 90+4’te gelen bitiş düdüğüne kadar, 11 futbolcusuyla kendi yarı alanına kapanarak skoru korumak için direnen Fenerbahçe’ye karşı Galatasaray’ın bitmek tükenmek bilmeyen saldırışıydı maçın tüm hikayesi.
  İlk yarıda Necati, Melo, Elmander ve Emre Çolakla yakaladığımız net pozisyonlar golü getirmeyince ister istemez tüm ümitlerimiz 2.devreye taşındı. Ki ikinci 45 dakikanın başlamasıyla birlikte bunda ne kadar haklı olduğumuz da ortaya çıktı.
  Öyle bir tempo yaptık ki, Fenerbahçe değil kalemize gelmek, Bienvenu dahil olmak üzere hiçbir futbolcusunu yarı alanımza bile gönderemez haldeydi.
  Sağdan, soldan, ortadan geldikçe geliyor, golü bulabilmek adına her türlü varyasyonu deniyorduk. Ama ne yapsak olmuyordu. Bir türlü olmuyordu. Necati’nin 1 metreden vurduğu top Volkan’ın sırtına takılıp çizgide kaldığı an, artık az çok anlamıştım bu akşam futbolun şans perilerinin bizimle beraber olmadığını…
  Dakikalar 67’yi gösterirken ceza yayının hemen dışında kazandığımız serbest vuruşta topun başına her zaman olduğu gibi Selçuk İnan geçiyor, bizlerde doğal olarak bir kez daha nefeslerimizi tutup, gözlerimizi kapıyorduk. Kopan uğultudan sonra gözlerimizi açtığımızda  Türk Telekom Arena’da görülmeye değer bir sevinç, görülmeye değer bir tablo vardı. ‘’İşte bu maç asıl şimdi  başlıyor’’dedim kendi kendime.
  68 ila 75.dakikalar arası öyle bir bölüm izledik ki, Fenerbahçe takımı 1 1 kişiyle ceza sahası içine dizilmiş, buna rağmen Galatasaray periyodik olarak her 30 saniyede bir %100’lük gol pozisyonlarına giriyor fakat meşin yuvarlağı o 3 diğerin arasından bir türlü geçiremiyordu.
  Bir ara kamera Volkan’ı çekti. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki, inanın bana o ifade çaresizliğin ve tükenişin ifadesiydi.
  Artık Fatih Hoca’nın Milan Baros’u oyuna sokması için yalvarıyordum adeta. Çünkü adım gibi biliyordum ki, Baros sahada olsa kesinlikle o pozisyonlardan bir tanesini gole çevirecekti. Ama Hoca almadı. Malesef 78 dakika bekledi Baros gibi bir son vuruş ustasını oyuna almak için.
  Her şeye rağmen Baros oyuna girdiğinde içimde hala büyük bir umut barındırıyordum. Ancak sadece 1 dakika sonra Miroslav Stoch hepsini yerle bir etti. 1-1’in bile bize fazlasıyla yeteceğini unutan Fatih Hoca ve futbolcularımız cümbür cemaat gol atmaya odaklanınca Fenerbahçe’nin ani gelişen atağı, Semih ve Ujfalusi’nin bireysel hatalarının da yardımıyla ne yazık ki takımımızı bir kez daha yenik duruma düşürdü.
  Tek kelimeyle yıkılmıştık. Sözün bittiği yerdi işte. Hem galibiyet için bugün herşeyi yapan takımımız, hem de tribünlerdeki 55 bin aslan moralman dibe vurmuştu artık.
  Milan Baros’un 6 pas üzerinden yaptığı kafa vuruşu da direği yalayarak auta gidince, bir kez daha Fenerbahçe bizi hiçbir şey oynamadan, futbol adına en ufak bir görsellik sunmadan yenmiş oldu.
  Ben artık bu durumu tek bir şekilde açıklıyorum: Allah bizim kazanmamızı istemiyor. Ya da başka bir deyişle Fenerbahçe’nin kazanmasını istiyor. Dünya’nın neresine giderseniz gidin, kaleye 28 tane şut çeken, 7-8 tane %100’lük gol kaçıran, artık 1 metreden, 2 metreden bile topu kaleye sokmayı beceremeyen bir takımın o maçı mağlup bitirmesi anca bu şekilde açıklanabilir çünkü.
  Evet sevgili dostlar, işte sonunda ligimize o çok istediğiniz renk ve heyecan geldi. Artık şampiyonluk için hiçbir avantajımız yok. Kısacası tüm şartlar eşit. 34 hafta boyunca verdiğimiz emeğin, alın terinin karşılığı olan 9 puanlık avantajımızı kurduğunuz dahiyane sistemle tek maçta yok ettiniz işte. Kendinizle ne kadar gurur duysanız azdır bence! Ancak şunu da unutmayın, futbolun adaleti olmayabilir ama Allah’ın adaleti çok büyüktür. Dolayısıyla, tıpkı 2006’da, 2008’de olduğu gibi verilen onca emeğin karşılığının istediğimiz, hakettiğimiz şekilde karşımıza geleceğine ben tüm kalbimle inanıyorum.
                                                                   e-falanfilan Yazarı: Kerem Zülfikar