24 Ekim 2012 Çarşamba

Arena'da Su Topu ...


  1992’deki Werder Bremen ve 2008’deki Bayer Leverkusen maçlarının hikayesi neyse bugünkü Cluj maçının da hikayesi aynıydı işte.
  18 Mart 1992'de pırıl pırıl bir ilkbahar günü yaşaması gerekirken İstanbul, özellikle Mecidiyeköy civarında yağan lapa lapa kar futbol oynamayı elverişsiz hale getirmiş buna rağmen 2-1 mağlup olduğu ilk karşılaşmanın rövaşında varını yoğunu ortaya koyan Galatasaray, 90.dakikada Rotariu’nun şutunda top kale çizgisi üzerinde kara takılıp kalınca   0-0’a razı olmuş ve Kupa Galipleri Kupası’na çeyrek finalde veda etmişti. Tabi aynı gün Dolmabahçe Stadı’na 1 gram bile kar yağmamış oluşu ancak takdiri ilahi olarak açıklanabilmişti….
   Tarihler 13 Şubat  2008’i gösterdiğinde ise İstanbul için bu kez soğuk bir kış günüydü. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, tıpkı 16 sene önce olduğu gibi de kar yine sadece Mecidiyeköy’ü etkisi altına almıştı. Gözün gözü görmediği bir ortamda Bayer Leverkusen takımını tüm bu olumsuz tabloya rağmen sahadan silen Galatasaray, 14 tane net gol girişiminde bulunduğu, Hakan Şükür’ün 3 metreden, Arda Turan ve Nonda’nın 2’şer metreden, Ümit Karan’ın ise 6 pasın içinden kaçırdığı goller sonucu yine 0-0’a razı olmak zorunda kalmış, 1 hafta sonra ise Almanya’da farklı mağlup olarak tur biletini Leverkusen’e vermişti.
  Ve bugün yani 23 Ekim 2012 günü, neredeyse 5 aydır kavurucu sıcaklarla mücadele eden İstanbul’un yağmura teslim oluşu yine bizim şansımızdı... Ancak işin enteresan tarafı birçok semtte normal boyutlarda yağan yağmurun Seyrantepe semalarında bardaktan boşalırcasına yağıyor oluşuydu. Hal böyle olunca Türk Telekom Arena adeta bir baraj gölüne dönüşüverdi. Tabi, henüz 1,5 yıl önce inşaatı tamamlanmış böylesine modern bir stadın nasıl olurda dranajları ve giderleri bu suyu çekmez o da ayrı bir konu! Bu durumu açıklasak açıklasak ‘’Türk işi’’ deyimiyle açıklayabiliriz herhalde!
  Zemin böylesine berbat bir halde olunca Fatih Terim’in 1 hafta boyunca kurguladığı tüm planlar, çalıştırdığı tüm taktik varyasyonlar bir anda boşa gitti. Çünkü Galatasaray gibi oyun felsefesi ayağa bol pas üzerine kurulu bir takımın bu sahada bu anlayışını uygulaması imkansızdan da öteydi. Top hiçbir şekilde istenilen yere gitmiyor, futbolcularımız topla 5 metre dahi dribbling yapamıyordu. Böyle bir sahada oynanabilecek tek oyun şekli, sürekli olarak topu havaya kaldırarak mümkün olduğunca ceza sahası içine doğru şişirmek olabilirdi. Takımımız da ister istemez bu oyun şekline dönmek zorunda kaldı.
  Pek alışkın olmadığımız bu oyunda Elmander’in önderliğinde başarılı olmaya da başlamıştık aslında. Lakin bu karşılaşmada da rakibimizin kaleyi bulan ilk topu gol olunca 20.dakikada 1-0 geri düştük. Gerçi bu kez kaleyi bulan rakibimiz de değildi. Direk Dany attı golü!
  Bu golle zaten bozuk olan moraller tümden alt üst oldu. Çünkü futbol oynamanın imkansız olduğu bu zeminde rakibin üstünlüğü yakalayıp tamamen savunmaya çekilmesi, kazanılması zaten kolay olmayan maçı hepten zor hale getirdi.
  27.dakikada Cluj takımı 10 kişi kalınca biraz olsun umutlandık. Hemen akabinde penaltı da kazanınca şansımız dönüyor galiba dedik. Ama Melo 3-5 dakikalık umutlarımızı 1 saniyede yerle bir etti…
   Benim merak ettiğim bir şey var: Bu takımda duran topları en iyi kullanan isim kim? Hiç tartışmasız Selçuk İnan. Peki neden korner ya da frikik olunca Emre Çolakla Hamit, penaltı olunca da Melo gider atmaya? Bunun böyle olmasını Fatih Hoca istiyor herhalde ki hiçbir müdahalede bulunmuyor. Çünkü hoca ‘’Frikikler, penaltılar Selçuk’un’’dese konu kapanacak zaten!
  Melo penaltıyı kaçırdıktan sonra, tamamen skoru koruma psikolojisine bürünen Cluj’un kolay kolay hücuma çıkmayacağından emin olan Fatih Terim, Burak’ı da oyuna sokarak forveti üçlemek istediyse de 1 dakika sonra Elmander’in sakatlanarak sahayı terk etmesi ne yazık ki hocanın bu planına mani oldu. Elmander’in yerine Emre Çolak’ın girmesiyse çok anlamsızdı. Uzun top oynanan bir sahada 1.65’lik Emre Çolak’ın işi neydi?
   İlk yarı sona erdiğinde şöyle bir düşündüm: Sahayı futbol oynanmaz hale getiren yağmur, kendi kalemize gol atmamız, penaltı kaçırmamız, Elmander’in sakatlanıp çıkması ve henüz ilk 45 dakikada 2 değişiklik hakkımızı kullanmış oluşumuz… Hepsinin aynı akşama denk gelmesi biraz fazla olmadı mı acaba?
  İkinci devre başladığında ise umutlarım büyük ölçüde tükenmişti. Çünkü Umut ve Burak hiçbir şekilde kafayla top indirme becerisine sahip değildiler. Hepimizin gönüllerinden geçen şeyse ortaktı sanırım: Hakan Şükür….
  Yoktu. Maalesef ikinci bir Hakan Şükür yoktu artık Türk Futbolu’nda. Sağdan, soldan, cepheden sürekli ortalıyorduk ama ne Umut ne de Burak çıkıp bir tanesine bile vuramıyordu. Baktı ki olacak gibi değil Felipe Melo’yu bile santrafor oynatmaya başladı Fatih Hoca. İyi ki de böyle bir karar verdi zaten. En azından Umutla Burak’ın beceremediği şey olan rakibi rahatsız etme işini yapmaya başladı Melo.
  Türk Telekom Arena’da artık 2 tane yağmur vardı. Birinde gökten su damlaları düşüyordu, diğerinde ise Cluj ceza sahasına oyuncularımızın gönderdiği toplar. Fakat olmuyordu. Gol bir türlü gelmiyordu… Ta ki 77.dakikaya kadar. Soldan Amrabat öyle bir kesti ki, bunu da harcamak ayıp olurdu artık! Burak belki de kariyerinde ilk kez böylesine mükemmel çıkıyordu kafaya. Bir kule gibi yükseldi ve zınk diye koydu kafayı.
  Nihayet gelmişti gol. 3 maçtır aradığımız, beklediğimiz, özlediğimiz o gelmişti!
  Süreye baktım, daha 13-14 dakika vardı. Maçı çevirmek için gayet yeterli bir süreydi bu. Seyirci de bunun bilincindeydi ve maçın başından beri çıkarmadığı kadar yüksek bir sesle destek olmaya başlamıştı takımına.
  Amrabat geldiği günden bu yana ilk defa böylesine etkili oynamaya başlamıştı. Sürekli olarak soldan ceza sahasına doğru sokulup goldeki ortasını yineleme gayretindeydi. Bir pozisyonda da başardı bunu. Ancak Burak aynı vuruşu yapamadı.
  Ceza yayı içinde kazandığımız serbest vuruş hepimizi ayağa kaldırdı. Selçuk’un mükemmel frikik gollerinden bir yenisini daha izlemenin tam zamanıydı sanki. Ancak penaltı vuruşunda Melo’nun yaptığı gibi o da 5-10 saniyelik hevesimizi kursağımızda bıraktı...
  En net fırsatı ise 90’da Burak harcadı. Selçuk’un kullandığı serbest vuruşta 6 pasın köşesinde önüne seken topa mermi gibi vurmak istedi ama kale yerine yan ağlara nişanladı. Bu da karşılaşmanın son pozisyonu oldu zaten.
  Bu şartlar altında oynanan bir maçın ardından futbolcularımıza hiçbir şey söylenmez. Ki alkışlanacak cinsten bir mücadele örneği gösterdiler. Hiç alışık olmadıkları bir oyun şeklini oynayabilmek adına var güçleriyle çabaladılar. Ellerinden bu kadarı geldi, bu kadar becerebildiler. Tabi bundaki en büyük etken Galatasaray gibi bir takımın üst düzey bir santrafora sahip olmamasıydı.  Ünal Aysal’ın her sezon başında, sırf taraftarın gözünü boyayıp kombine satmak için ortaya attığı dünya çapında golcü vaadini ne zaman yerine getireceğini büyük bir merakla bekliyoruz! Senelerdir üst düzey bir golcüsü olmamasının bedelini gerek ligde gerekse de avrupada çok ağır şekillerde ödeyen takımımızın bu yaşadıklarının başkan ve yöneticilerimizin pek umrunda olmaması hayret edilecek cinsten! Ancak bu durum taraftarın canına yetti artık! Bugün sahada Hakan Şükür ayarında bir santraforumuz olsa bu karşılaşmayı kazanmamız işten bile değildi. Bundan sonraki karşılaşmalarda da özellikle oyunun sıkıştığı bölümlerde bu söylediklerimde ne kadar haklı olduğum tekrar tekrar çıkacaktır ortaya. Ayrıca belirtmek isterim ki, Hakan Şükür gibi efsane bir santraforda sonra bu takım taraftarını ne Umut Bulut keser ne Burak Yılmaz ne de Sercan Yıldırım…

                   e-falanfilan yazarı: Kerem ZÜLFİKAR